Bu, orijinali İngilizce olan bir sayfanın çevirisidir.

Telif Hakkının Yanlış Yorumlanması - Bir Dizi Hata

Telif hakkı kanununda bazı garip ve tehlikeli şeyler oluyor. Amerikan Anayasasında, telif hakkı, kullanıcıların çıkarınadır, başka bir deyişle, kitap okuyan, müzik dinleyen ya da yazılım çalıştıran kişilerin çıkarınadır, yayıncıların ya da yazarların çıkarına değildir. İnsanlar, kendilerine “kendi çıkarları için” dayatılan telif hakkı kısıtlamalarına uymamaya ve bu kısıtlamaları reddetmeye eğilimli oldukları halde, Amerikan hükümeti daha fazla kısıtlama getirmektedir ve yeni ve ciddi cezalarla insanları korkutmaya çalışmaktadır.

Telif hakkı politikaları, ifade edilen amaçlarına nasıl tamamen karşı gelmeye başladı? Ve onları nasıl yeniden çıkış amacına uygun hale getirebiliriz? Anlamak için, Amerikan telif hakkı kanununun köküne bakarak başlamalıyız: A.B.D. Anayasasına.

ABD Anayasasındaki Telif Hakkı

A.B.D. Anayasası tasarı haline getirildiğinde, yazarların bir telif hakkı tekelince yetkilendirilmesi önerilmiş ve reddedilmiştir. A.B.D.’nin kurucuları, telif hakkının yazarların doğal bir hakkı olmadığı ancak ilerlemenin sağlanması için yazarlara verilen yapay bir ayrıcalık olduğu gibi farklı bir dayanak noktasını benimsemiştir. Anayasa, aşağıdaki paragrafla bir telif hakkı sistemine izin vermektedir (Madde I, Bölüm 8):

[Kongre şu güce sahip olmalıdır:] ilgili yazılarına ve keşiflerine özel hakkı tanıyarak ve sınırlı zamanlar için yazarları ve mucitleri koruyarak bilimin ve yararlı sanatların gelişmesine yardımcı olmalıdır.

Yüksek Mahkeme tekrar tekrar bildirmiştir ki, telif hakkına sahip çalışmaların kullanıcılara yarar sağlaması ilerlemenin gelişmesi anlamına gelir. Örneğin, Fox Filmi olan v. Doyal’de, mahkeme şunu söylemiştir:

A.B.D.'nin tek ilgisi ve [telif hakkı] tekeline danışmadaki birincil amaç, yazarların emeğinden kamunun elde ettiği genel çıkarlarda yatar.

Bu temel karar, telif hakkının niçin Anayasa tarafından istenmediğini, yalnızca bir seçenek olarak izin verildiğini, ve niçin “sınırlı süreler” boyunca süreceğinin varsayıldığını açıklar. Telif hakkı doğal bir hak, yazarların hak ettikleri için sahip oldukları bir hak olsaydı, belirli bir süre sonra bu haktan vazgeçilmesini haklı kılan hiçbir neden olamayacaktı, bu tıpkı, herkesin evinin, yapımından belirli bir süre sonra kamu malı haline gelmesi gibi bir şeyden farklı olmazdı.

“Telif hakkı pazarlığı”

Telif hakkı sistemi, yayıncılara ve yazarlara ayrıcalık ve bu nedenle yarar sağlayarak çalışmaktadır; ancak bunu onların iyiliği için yapmaz. Bunu daha çok, davranışlarını iyileştirmek için yapar: yazarların daha fazla yazması ve yayınlaması için bir güdü sağlamak için yapar. Sonuç olarak, hükümet, kamunun doğal haklarını, kamunun yararına, kamuya daha çok yayınlanmış çalışma sağlamak için harcar. Bazı bilginler bu kavramı “telif hakkı pazarlığı” olarak adlandırır. Bu, tıpkı hükümetin, vergi verenlerin paralarıyla bir karayolu ya da uçak satın alması gibidir, buradaki fark, hükümetin para yerine özgürlüğümüzü harcamasıdır.

Ama var olduğu şekliyle pazarlık kamu için iyi bir anlaşma mıdır? Birçok alternatif pazarlık mümkündür; hangisi en iyisidir? Telif hakkı politikasının her hususu, bu sorunun bir yanıtıdır. Sorunun yapısını yanlış anlarsak, hususlar konusunda yanlış karar verebiliriz.

Anayasa, yazarlara telif hakkı güçleri bahşedilmesine izin verir. Uygulamada, yazarlar tipik olarak bu hakkı yayıncılara verir; bu hakları kullananlar genelde yazarlar değil yayıncılardır ve kârın çoğu yazarlara değil yayıncılara gider, yazarlar yalnızca bu işin küçük bir oranını alır. Bu nedenle, telif hakkı güçlerini artırmak için uğraşan genelde yayıncılardır. Hayalleri bir kenara bırakıp telif hakkı gerçeğini daha iyi yansıtmak için, telif hakkı gücünün sahibi olarak burada yazarlardan çok yayıncılara atıf yapılacaktır. Ayrıca telif hakkı olan çalışmaların kullanıcılarına “okuyucu” olarak atıf yapılmaktadır, ancak bu çalışmaların kullanılmasının her zaman okuma olduğu anlamına gelmez, çünkü “kullanıcılar” uzakta ve soyuttur.

İlk hata: “dengenin bozulması”

Telif hakkı pazarlığı, ilk olarak kamuda oluşur: okuyucu kesime ilişkin yarar, kendi içinde bir sonuçtur; yayıncılara ilişkin yarar (varsa) yalnızca bu sonuca doğru bir araçtır. Okuyucuların ilgi alanları ve yayıncıların çıkarları öncelik olarak farklıdır, eşit değildir. Telif hakkının amacının yanlış yorumlanmasındaki ilk adım, yayıncıların, okuyucularla aynı önem seviyesine çıkarılmasıdır.

A.B.D. telif hakkı kanununun, yayıncıların ve okuyucuların çıkarları arasındaki “dengeyi bozmak” anlamına geldiği genellikle söylenmektedir. Bu değerlendirmeyi örnek olarak veren kimseler, bunu, Anayasada ifade edilen temel konumun yeniden ifadesi olarak sunmaktadır; başka bir deyişle, bu, telif hakkı pazarlığına eş değer olarak varsayılmaktadır.

Ancak iki yorumlama, eş değerden çok uzaktadır; kavramsal olarak farklıdırlar ve anlam olarak da farklıdırlar. Denge kavramı, okuyucuların ve yayıncıların çıkarlarının yalnızca nicel olarak onlara, “ne kadar ağırlık” vermemiz gerektiği ve hangi işlemlere uygulandıkları konusunda farklı olduğunu varsaymaktadır. “Paydaş” terimi genelde olayı bu şekilde değerlendirmek için kullanılmaktadır; bir politika kararındaki tüm çıkar tiplerinin eşit ölçüde önemli olduğunu varsaymaktadır. Bu görüş, hükümetin telif hakkı pazarlığındaki katılımının kökünde olan okuyucuların ve yayıncıların çıkarları arasındaki nitel ayrımı reddetmektedir.

Bu değişikliğin sonuçları geniş kapsamlıdır çünkü telif hakkı pazarlığında, kamuya ilişkin büyük koruma, telif hakkı ayrıcalıklarının yalnızca okuyucular adına haklı görülmesi fikri, yayıncılar adına haklı görülmemesi fikri, “denge” değerlendirmesi ile elenmektedir. Yayıncıların çıkarı, kendi içinde bir son olarak görüldüğü için, telif hakkı ayrıcalıklarını haklı gösterebilir; başka bir deyişle, “denge” kavramı, halktan başka biri adına haklı gösterilebilir.

Pratik bir husus olarak, “denge” kavramının sonucu, telif hakkı kanunundaki değişiklikler için olan savunmanın yükünü tersine çevirmektir. Telif hakkı pazarlığı, belirli özgürlüklerden okuyucuları vazgeçirme işini yayıncıların omuzlarına yıkmıştır. Denge kavramı pratikte bu işi tersine çevirmektedir, çünkü yayıncıların ilâve ayrıcalıktan faydalanacağına dair bir şüphe yoktur. Bu nedenle, okuyucuların bu faydadan “ağır basmaya” yetecek ölçüde zarar gördükleri kanıtlanamazsa, yayıncıların, talep ettikleri her türlü ayrıcalığı alabilecekleri sonucuna varırız.

Yayıncılar ve okuyucular arasındaki “dengenin bozulması” fikri, okuyucuların, hak ettikleri önceliği almalarını engellerse, o zaman buna karşı gelmeliyiz.

Neye karşı dengeleme?

Hükümet bir şeyler satın aldığında, kamunun yararına davranır; hükümetin sorumluluğu, kamu için mümkün olan en iyi pazarlığı sağlamaktır, anlaşmadaki diğer tarafın çıkarları ikinci planda kalmalıdır.Örneğin, inşaat firmalarıyla karayolu inşa etmek için anlaşmalar imzalanırken, hükümet, kamunun parasını mümkün olan en iyi şekilde değerlendirmeyi hedeflemektedir. Hükümet birimleri, fiyatı aşağı çekmek için rekabetçi fiyat tekliflerini kullanmaktadır.

Örneğin, inşaat firmalarıyla karayolu inşa etmek için anlaşmalar imzalanırken, hükümet, kamunun parasını mümkün olan en iyi şekilde değerlendirmeyi hedeflemektedir. Hükümet birimleri, fiyatı aşağı çekmek için rekabetçi fiyat tekliflerini kullanmaktadır.

Yine pratik bir konu olarak, fiyat sıfır olamaz çünkü müteahhitler o kadar düşük fiyat teklifi vermeyecektir. Özel önemle yetkilendirilmemelerine rağmen, özgür bir toplumdaki vatandaşların genel haklarına sahiptirler ve buna, avantajlı olmayan sözleşmeleri reddetme hakkı dahildir; en düşük fiyat teklifi bile bazı müteahhitlerin para kazanması için yeterince yüksek olacaktır. Bu nedenle, belirli bir tipteki denge mevcuttur. Ancak bu, her biri özel önem isteğiyle iki çıkar arasında kasıtlı bir denge değildir. Bu, kamu hedefi ve pazar kuvvetleri arasındaki bir dengedir. Hükümet, özgür toplum ve özgür piyasa bağlamında yapabilecekleri en iyi pazarlık için vergi veren vatandaşlar için en iyi sonucu elde etmeye çalışmaktadır.

Telif hakkı pazarlığında, hükümet, paramız yerine özgürlüğümüzü harcamaktadır. Özgürlük paradan daha değerlidir, bu nedenle hükümetin özgürlüğümüzü tutumlu ve iyi bir şekilde harcaması, paramızı harcama sorumluluğundan daha önemlidir. Hükümetler, yayıncıların çıkarlarını toplumun özgürlüğüyle eşit tutmamalıdır.

“Denge” değil ama “alışveriş”

Okuyucuların çıkarlarının yayıncıların çıkarlarıyla dengelenmesi fikri, telif hakkı politikasının değerlendirilmesi için yanlış bir yoldur ancak gerçekte değerlendirilmesi gereken iki çıkar vardır: okuyucuların iki çıkarı. Okuyucular, yayınlanmış çalışmaların kullanılmasında kendi özgürlüklerine ilişkin bir çıkara sahiptir; duruma bağlı olarak, belirli bir güdü sistemi vasıtasıyla bir yayının yüreklendirilmesiyle de ilgilenebilirler.

Telif hakkının açıklamalarında, “denge” sözcüğü, okuyucular ile yayıncılar arasındaki “dengenin bozulması” fikri için belirli bir duruma gelmiştir. Bu nedenle, kullanıcıların iki çıkarına ilişkin olarak “denge” sözcüğünün kullanılması kafa karıştırıcı olabilir. [1] Başka bir terim gerekiyor.

Genel olarak, bir taraf, kısmen çatışan iki hedefe sahip olduğunda ve bu hedeflerin her ikisini de tamamen sağlayamadığında, bunu “değiş tokuş” olarak adlandırırız. Bu nedenle, taraflar arasında “doğru dengenin bozulması”ndan konuşmak yerine, “özgürlüğümüzü harcama ve koruma arasında doğru alışverişin sağlanması” lafını kullanmalıyız.

İkinci hata: tek bir sonucun maksimize edilmesi

Telif hakkı politikasındaki ikinci hata, yayınlanan çalışmaların sayısının, yalnızca artırılması değil, maksimize edilmesi hedefinin benimsenmesini içermektedir. “Dengenin bozulması” kavramı, yayıncıları okuyucularla aynı seviyeye getirmiştir; bu ikinci hata ise, yayıncıları okuyucuların çok üstünde tutmaktadır.

Bir şeyler satın aldığımızda, genelde depodaki tüm birimleri ya da en pahalı modeli satın almayız. Bunun yerine, herhangi belirli bir maldan yalnızca ihtiyaç duyduğumuzu alıp ve en yüksek kalite yerine yeterli kalitede bir model seçerek, satın alacağımız diğer şeyler için para ayırırız. Azalan getiri ilkesine göre, paramızın tamamını belirli bir ürüne harcamak, kaynakların verimsiz harcanmasına neden olmaktadır; genelde başka bir kullanım için bir miktar para ayırmayı tercih ederiz.

Azalan getiri ilkesi, herhangi bir satın alma işlemine uygulandığı gibi telif hakkı için de uygulanabilir. En çok vazgeçmemiz gereken özgürlükler, en az özleyeceklerimiz olmalıdır, en büyük cesareti ise yayına vermeliyiz. Yuvamıza daha yakın olan ek özgürlükleri verdiğimizde, her bir feragatin, en sonuncusundan daha büyük bir fedakarlık olduğunu görürüz, bu da, yazınsal işlemlerde daha küçük bir artış sağlar. Artış sıfır haline gelmeden çok önce, artış fiyatına değmeyeceğini söyleyebiliriz; genel sonucu, yayın miktarını arttırmak olan bir pazarlığı sağlarız ancak bunu da mümkün olan en üst dereceye kadar sağlayamayız.

Yayının maksimize edilmesi hedefinin kabul edilmesi, bu daha iyi ve daha avantajlı olan tüm pazarlıkları reddetmektedir, kamunun tüm özgürlüğünü, yalnızca biraz daha fazla yayın için, yayınlanmış çalışmaları kullanmak için bırakması gerektiğini ifade eder.

Maksimizasyon söylemi

Uygulamada, özgürlüğün maliyetinden bağımsız olarak yayının maksimize edilmesi hedefi, kamunun yayınları kopyalamasının yasalara aykırı, adil-olmayan ve yapısal olarak yanlış bir hareket olduğunu ifade eden yaygın bir söylemle desteklenmektedir. Örneğin, yayıncılar, kopyalama yapan insanları “korsanlar” olarak adlandırır, aslında korsan, gemilere saldıran kimse demektir, oysa yayıncılar bu ifadeyi komşusuyla bilgi paylaşan kimseler için kullanmaktadır. (Bu karalayıcı ifade, eskiden yazarlar tarafından izinli olmayan baskıları yayınlamak için kanuna uygun yollar bulan yayıncıları tanımlamak için kullanılıyordu.) Bu söylem, telif hakkı için olan Anayasal tabanı doğrudan reddetmektedir ancak kendini, Amerikan kanun sisteminin sorgulanmayan geleneğini temsil edecek biçimde sunmaktadır.

“Korsan” ifadesi tipik olarak kabul görmektedir çünkü medyanın tüm sınırlarını kapsamaktadır, böylece az sayıda insan bu ifadenin radikal olduğunu fark etmektedir. Etkin bir ifadedir çünkü halkın bilgi kopyalaması temel olarak yasal olmazsa, o zaman hiçbir zaman yayıncıların, özgürlüğümüzü teslim etmemize ilişkin istemlerine karşı çıkamayız. Başka bir deyişle, kamu, yayıncıların, bir miktar ek güç sahibi olmamalarının niçin gerekli olduğunu göstermeye çağırıldığında, hepimizin en önemli nedeni olan, “Kopyalamak istiyoruz” derhal elenir.

Yan hususların kullanılması hariç olmak üzere, bu durum, artan telif hakkı gücüne karşı savaşmamız için hiçbir yol bırakmaz. Ayrıca günümüzdeki daha güçlü olan telif hakkı güçlerine karşı olan tutum, yan hususları ele almaktadır ve kopyaları yasal bir kamu değeri olarak dağıtma özgürlüğünden sözedilmesi bile imkânsız hale gelir.

Pratik bir husus olarak, maksimizasyonun hedefi, yayıncıların aşağıdaki söylemi iddia etmelerini mümkün kılmaktadır: “Satışlarımızı azaltmak da belirli bir uygulama olabilir, ya da öyle olabileceğini düşündük, bu nedenle, bu durumun yayını bilinmeyen bir miktar kadar azalttığını varsayarız ve bu nedenle bu durum engellenmelidir.” Şu kötü sonuca varırız: kamunun yararı, yayıncıların satışlarıyla ölçülmektedir ve Genel Medya için iyi olan şey, A.B.D. için de iyidir.

Üçüncü hata: yayıncıların gücünün maksimuma çıkarılması

Yayıncılar, herhangi bir maliyette yayın çıktısını maksimuma çıkarma politikasının onay görmesini sağladıktan sonra, sonraki adımları, bunun onlara maksimum gücün verilmesini gerektirdiğini çıkarsamalarıdır, ki bunlar telif hakkının bir çalışmanın hayal edilebilir tüm kullanımını kapsamasını sağlamak ya da eş değer etkiyi sağlayacak “shrink wrap” lisansları gibi bazı başka yasal araçları uygulamaktır.. “Adil kullanım” ve “ilk satış hakkı”nın yürürlükten kaldırılmasını gerektiren bu hedef, A.B.D.’nin eyaletlerinden, uluslararası Anayasalara kadar tüm mevcut hükümet seviyelerinde uygulanmaktadır.

Bu adım yanlıştır çünkü sert telif hakkı kuralları, yararlı yeni çalışmaların oluşturulmasını engellemektedir. Örneğin, Shakespeare, oyunlarından bazı noktaları, on yirmi yıl önce yayınlanmış diğer oyunlardan almıştır, yani günümüzün telif hakkı kanunu o zamanlar etkin olsaydı, Shakespeare’in oyunları yasadışı sayılmış olacaktı.

En yüksek yayın oranını istemiş olsak bile, bunun kamuya maliyeti ne olursa olsun, yayıncının gücünün maksimuma çıkarılması, bunu sağlamanın yanlış yoludur. İlerlemeyi sağlamanın bir yolu olarak, bu, yanlış bir yoldur.

Üç hatanın sonuçları

Telif hakkı yasalarındaki mevcut eğilim, yayıncılara daha uzun zaman periyotları boyunca daha geniş haklar verme yönündedir. Hata serisinden bozulmuş olarak çıkan telif hakkının kavramsal tabanı, hayır demek için bir temeli genellikle sunmaz. Yasa yapan kimseler, telif hakkının kamuya hizmet ettiğini savunurken, yayıncılara gerçekte her istediğini verirler.

Örneğin, S. 483’ü (telif hakkı döneminin 20 yıla çıkarılmasını isteyen 1995 tarihli yasa tasarısı) devreye sokarken Senatör Hatch şunları söylemiştir:

İnanıyorum ki, şu anda, telif hakkının mevcut durumunun yazarların çıkarlarını korumakta olup olmadığı sorusunu ve yayınların korunma durumunun, yeni yayın çalışmalarının oluşturulması için yeterli bir güdü sağlamaya devam edip etmediği sorusunu sorduğumuz bir noktadayız.

Bu yasa tasarısı, telif hakkını, 1920’lerden beri yazılmış olan halihazırda yayınlanmış tüm çalışmalara da uyguladı. Bu değişiklik, yayıncılara sağlanmış bir avantajdı, kamuya bir yararı yoktu çünkü, daha önceden yayınlanmış kitap sayısını, önceki yayınları kapsayacak şekilde artırmanın bir yolu yoktu. Ve de halkın, günümüzde anlam kazanan bir özgürlüğü kaybetmesine neden olmaktaydı, kamu, eski dönemlerden kalan kitapların yeniden dağıtılması özgürlüğünü kaybetti. Üç hatadan ikincisini barındıran “koru” propaganda teriminin kullanımına dikkat edin.

Yasa tasarısı ayrıca henüz yazılmamış çalışmaların telif haklarını da kapsıyordu. Kira karşılığı yapılan çalışmalar için, telif hakkı, şu anki 75 yıl yerine 95 yıl sürecekti. Teorik olarak, bu durum, yeni kitap yazma güdüsünü artıracaktı; ancak bu fazladan güdüye ihtiyaç duyan herhangi bir yayıncı, 2075 yılı için planlanmış bilanço föyleriyle bu iddiayı kanıtlamalıdır.

Söylememize gerek yok ki, kongre, yayıncıların iddialarını sorgulamamaktaydı: telif hakkının kapsamını genişleten bu kanun 1998 yılında çıkarıldı. Bu kanun, sponsorlarından biri olan ve yasa çıkarılmadan önce ölen Sonny Bono Telif Hakkı Dönem Genişletme Hareketi olarak adlandırıldı. Onun işlerine bakan dul eşi ise şu ifadede bulundu:

Gerçekte Sonny telif hakkının sonsuza kadar sürmesini isterdi. Ekip bana bu gibi bir değişikliğin Anayasaya zarar vereceğini söyledi. Telif hakkı kanunlarımızı güçlendirmek için, hepinizi benimle birlikte çalışmaya davet ediyorum. Bildiğiniz gibi, ayrıca Jack Valenti de telif hakkının sonsuza kadar olması gerektiğini teklif etmektedir. Belki de komite, sonraki kongrede bu hususu ele alabilir.

Yüksek Mahkeme, Anayasanın ilerleme hedefine hizmet eden geçmişe dönük genişlemelere yönelik yasayı değiştirmeyi amaçlayan bir davayı dinlemeyi kabul etti. Mahkeme hususu yargılama sorumluluğundan el çekerek yanıt verdi; Anayasa, telif hakkı için, sadece sözde bağlılık gerektiriyor.

1997’da kabul edilen başka bir kanun, yayınlanmış herhangi bir çalışmanın yeterince fazla sayıda kopyasının hazırlanmasını, bu kopyaları kibar olmak adına arkadaşlarınıza verseniz bile, ağır bir suç olarak kabul etti. Önceden bu, A.B.D.’de bir suç bile değildi.

Bunlardan daha da kötü olan bir kanun olan Dijital Milenyum Telif Hakkı Hareketi (DMCA), kısıtlamaları aşmayı, hatta nasıl aşılacağına ilişkin bilgi vermeyi suç haline getirerek (bilgisayar kullanıcılarının zaten nefret ettiği) o zamanlar “kopya koruması” denileni (şimdi DRM (Dijital Kısıtlamalar Yönetimi) adı veriliyor) geri getirmek için tasarlandı. Bu kanun, “Medya Şirketleri Hareketi ile Egemenlik” olarak adlandırılmalıydı çünkü bu kanun, yayıncılara etkin bir şekilde kendi telif hakkı kanunlarını yazma şansını vermekteydi. Bu kanun, bir çalışmanın kullanımında istediğiniz kısıtlamaları dayatabileceğinizi söylemektedir ve bu kısıtlamalar, çalışmanın birtakım şifreleme özelliği ya da lisans yöneticisi içermesi şartıyla kanunun gücünü kullanır.

Bu yasa tasarısı için sunulan dayanaklardan biri, telif hakkı gücünü artırmak için yakın zamandaki bir anlaşmayı gerçeklemesiydi. Bu anlaşma, Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü tarafından yürürlüğe konmuştu, bu örgüt, Clinton yönetiminin baskısının yardımıyla, telif hakkı tutma ve patent tutma çıkarları için çalışmaktaydı; çünkü anlaşma yalnızca telif hakkı gücünü artırmaktaydı ve herhangi bir ülkedeki kamu çıkarına hizmet edip etmediği şüpheliydi. Her durumda, kanun tasarısı, anlaşmanın gerektirdiğinin üstüne çıktı.

Kütüphaneler, bu yasa tasarısına, özellikle, “adil kullanım” olarak değerlendirilen kopyalama biçimlerini engelleyen konulara karşı konulmasına ilişkin kilit kaynaktı. Yayıncılar bu duruma nasıl tepki verdi? Eski temsilci, günümüzde Amerikan Yayıncılar Birliği için lobici olan Pat Schroeder, yayıncıların “[kütüphanelerin] istediği şeyle yaşayamayacağını“ söyledi. Kütüphanelerin yalnızca mevcut durumun bir kısmını korumak istediklerinden, yayıncıların, günümüze kadar yaşamlarını nasıl sürdürdüklerini merak edebiliriz.

Bu yasa tasarısına karşı olan benimle ve diğerleriyle yapılan bir görüşmede, kongre üyesi Barney Frank, A.B.D. Anayasasının telif hakkına bakış açısının nasıl önemsenmediğini gösterdi. Suçla ilgili cezalar tarafından desteklenen yeni güçlerin acil olarak gerekli olduğunu söyledi çünkü “film endüstrisinden” ve “müzik endüstrisinden” ve diğer “endüstrilerden” korkulmaktaydı. Ona şunu sordum: “Ama bu kamunun çıkarına mı?” Cevabı şöyleydi: “Niye kamunun çıkarını soruyorsun? Bu yaratıcı insanlar, kamunun çıkarı için kendi haklarından vazgeçmek zorunda değiller!” “Endüstri” para verip çalıştırdığı “yaratıcı insanlarla” tanımlanmıştır, telif hakkı onun yetkisi olarak değerlendirilmiştir ve Anayasa, ters yüz edilmiştir.

DMCA yasası 1998 yılında çıkarıldı. Yasa çıkarıldığında, adil kullanımın yasal olarak kalacağı söylendi ancak yayıncıların, uygulamadaki tüm donanımları ve yazılımları yasaklamasına imkân verildi. Etkin olarak, adil kullanım yasaklandı.

Bu kanunu esas alarak, film endüstrisi DVD’lerinin okunması ve oynatılması için özgür yazılıma ve hatta nasıl okunacaklarına ilişkin bilgiye bile sansür uyguladı. 2001 yılının Nisan ayında, Amerikan Kayıt Endüstri Birliği’nden (RIAA) gelen dava tehditleriyle Princeton Üniversitesindeki Profesör Edward Felten’in gözü korkutulmuş ve profesör, kayıtlı müziğe erişimi kısıtlamak için önerilmiş bir şifreleme sistemi hakkında öğrendiklerini yazan bilimsel makalesini geri çekmişti.

Ayrıca okurların geleneksel özgürlüklerinin birçoğunu alan e-kitapları piyasada görmeye başladık, örneğin arkadaşınıza kitabınızı ödünç verme özgürlüğü, kitabınızı kullanılmış kitap satılan yerlere satma özgürlüğü, kütüphaneden kitap alma özgürlüğü, ortak bir veri bankasına adınızı vermeksizin kitap satın alabilme özgürlüğü ve hatta kitabı iki defa okuma özgürlüğü. Şifreli e-kitaplar, genel olarak bu etkinliklerin tümünü kısıtlamaktadır, bu kitapları yalnızca sizleri kısıtlamak için tasarımlanmış özel gizli yazılımlar ile okuyabilirsiniz.

Bu şifreli, kısıtlanmış e-kitaplardan hiçbir zaman almayacağım ve umarım ki siz de almazsınız. Bir e-kitap size geleneksel bir kağıt kitapla aynı özgürlüğü sunmuyorsa, o kitabı kabul etmeyin!

Kısıtlanmış e-kitapları okuyabilen yazılımı bağımsız olarak yayan herhangi bir kimse aleyhinde dava açılabilir. Rus bir programcı olan Dmitry Sklyarov, 2001 yılında bir konferansta konuşmak için A.B.D.’de bulunduğu bir sırada tutuklandı çünkü Rusya’da bu gibi bir program yazmıştı ve Rusya’da böyle bir programın yazılması kanunlara aykırı değildi. Şimdi Rusya da bu tip yazılımları yasaklamak için bir kanun hazırlamaktadır ve Avrupa Birliği yakın zamanda bu gibi bir kanunu kabul etmiştir.

Geniş bir pazara sahip olan e-kitaplar şimdiye kadar ticari bir başarısızlığa imza atmıştır ama bunun nedeni okurların özgürlüklerini korumak istemeleri değildir; bu durum başka nedenlere bağlıdır, örneğin, bilgisayar ekranlarından kitap okumanın rahat olmaması gibi. Uzun vadede bu mutlu durumun bizi korumasını bekleyemeyiz; e-kitapların gelişmesine yardımcı olmak için sıradaki adım “elektronik kağıdın” kullanılması olacaktır, elektronik kağıt, şifreli ve kısıtlandırılmış bir e-kitabın içine indirilebildiği kitap benzeri bir nesnedir. Bu kağıt-benzeri yüzey, günümüzün ekranlarından daha çekici olursa, o zaman özgürlüğümüzü korumak için savaşmak zorunda kalacağız. Bu arada, e-kitaplar, girişimlerine devam etmektedir: NYU ve diğer diş hekimliği ile ilgili okullar, öğrencilerden, okul kitapları olarak kısıtlanmış e-kitapların satın alınmasını istemektedir.

Medya firmaları henüz tatmin olmamıştır. 2001 yılında, Disney-finansmanlı Senatör Hollings, “Güvenlik Sistem Standardı ve Sertifikasyon Hareketi” (SSSCA)[2] olarak adlandırılan bir yasa tasarısını önermiştir, bu yasa tasarısı, tüm bilgisayarların (ve diğer dijital kayıt ve playback cihazlarının) hükümet yönetiminde kopya kısıtlama sistemlerine sahip olmasını gerektirmektedir. Bu, onların nihai hedefleridir ama ajandalarındaki ilk madde, dijital HDTV’yi oynatabilen her türlü cihazın, bu cihazlar insanlar tarafından “kurcalanabilen” (başka bir deyişle, kendi amaçlarına göre değiştirilebilen) bir şekilde tasarlanmışsa, engellenmesidir. Özgür yazılım kullanıcıların değiştirebildiği bir yazılım olduğu için, ilk defa burada, özgür yazılımı belirli bir iş için açık bir şekilde yasaklayan önerilmiş bir kanunla karşı karşıyayız. Diğer işlerin yasaklanması da kesin bir şekilde bunu takip edecektir. FCC bu kuralı benimserse, GNU Radyo gibi mevcut özgür yazılımlar sansürlenecektir.

Bu yasa tasarılarının ve kuralların engellenmesi politik eylemleri gerektirmektedir.[3]

Doğru pazarlığın sağlanması

Telif hakkı politikasına karar vermek için doğru yol nedir? Telif hakkı kamu adına yapılan bir pazarlıksa, kamu çıkarını her şeyin üstünde tutmalıdır. Kamunun özgürlüğünü satarken hükümetin görevi, yalnızca satması gereken şeyi satmak ve bunu, mümkün olduğunca pahalıya satmaktır. En azından, karşılaştırılabilir bir yayın seviyesi sağlarken, telif hakkını mümkün olduğunca törpülemeliyiz.

İnşaat projelerinde olduğu gibi, rekabete dayanan fiyat teklifiyle özgürlükteki bu en düşük fiyatı bulamayacağımız durumda, bunu nasıl bulabiliriz?

Mümkün olan bir yöntem, telif hakkı ayrıcalıklarını adım adım azaltmak ve sonuçları gözlemlemektir. Yayında ölçülebilir bir düşüş varsa ve bunların ne zaman ortaya çıktığını görerek, kamunun çıkarları doğrultusunda , ne kadar telif hakkı gücünün gerçekten de gerekli olduğunu öğreneceğiz. Bunu, yayıncıların söyledikleriyle değil, gerçek gözlemle değerlendirebiliriz çünkü yayıncılar, güçleri herhangi bir şekilde azaldığında, abartılı kötü kader tahminleri yapma eğilimine sahiptir.

Telif hakkı politikası, birbirinden bağımsız çok boyutlu bir meseledir. Bir tane politika boyutu için gerekli minimumu bulduktan sonra, gerekli yayın seviyesini korurken, telif hakkının diğer boyutlarının azaltılması hâlâ mümkün olabilir.

Telif hakkının önemli bir boyutu da telif hakkının süresidir, şu anda bu süre genel olarak yüz yıl seviyesindedir. Tekelin on yıla düşürülmesi ve çalışmanın yayınlandığı tarihten itibaren başlanması iyi bir ilk adım olacaktır. Telif hakkının, türemiş çalışmaların hazırlanmasını kapsayan başka bir yönü daha uzun bir dönem boyunca sürebilir.

Niçin yayın tarihinden itibaren saymaya başlanıyor? Çünkü yayınlanmamış çalışmalar üzerindeki telif hakkı, okurların özgürlüğünü doğrudan kısıtlamamaktadır; kopyalarına sahip olmadığımız bir çalışmayı kopyalamamız konusunda özgür olup olmamamız tartışma konusudur. Bu nedenle, yazarlara, bir çalışmanın yayınlanması için daha uzun bir süre ayırmak zarar verici değildir. Yazarlar (genelde yayından önce telif hakkına sahiptirler) telif hakkı vadesinin sonunu ötelemek için yayının gecikmesini nadiren tercih edecektir.

Niçin on yıl? Çünkü bu güvenli bir öneridir; pratik temelde, bu indirgemenin günümüzde genel uygulanabilirliği üzerinde küçük bir etkisinin olacağına inanabiliriz. Birçok yayın tipinde ve türde, başarılı çalışmalar, yalnızca birkaç yılda çok kârlıdır ve başarılı çalışmalar bile, on yıldan önce baskıdan kalkmaktadır. yararlı ömrü on yıllarca olabilen referans çalışmalar için bile, on yıllık telif hakkı yeterli olmalıdır: güncellenmiş baskılar düzenli olarak yayınlanmaktadır ve birçok okur, on yaşındaki temel sürümü kopyalamak yerine telif hakkı olan mevcut baskıyı satın almayı tercih edecektir.

On yıl yine de gerekli olandan daha uzun olabilir; olaylar bir kere istikrara ulaştığında, sistemi ayarlamak için ek bir indirgemeye gitmeye çalışabiliriz. Bir kitap fuarındaki telif hakları konulu bir panelde Edebi bir anlaşmada telif hakkı üzerine bir panelde, on yıllık bir dönemi teklif ettiğimde, yanımda oturan bir ünlü fantastik roman yazarı beş yılın üstündeki herhangi bir şeyin tahammül edilemeyen bir şey olduğunu söyleyerek öfkeli bir şekilde karşı çıkmıştı.

Ancak aynı zaman aralığını tüm çalışma tiplerine uygulamamız gerekmez. En ileri düzeyde telif hakkı politikası tekbiçimliliğinin sağlanması, kamunun çıkarı için çok önemli değildir ve telif hakkı kanunu, halihazırda özel kullanımlar ve yayın tipleri için birçok özel duruma sahiptir. Her karayolu projesi için, ülkenin en pahalı bölgelerindeki en zor projeler için gerekli olan oranların ödenmesi aptalcadır; aynı şekilde, tüm sanat tipleri için herhangi bir tip için gerekli bulduğumuz özgürlükteki en yüksek fiyatla “ödeme yapılması” da benzer şekilde aptalcadır.

Bu nedenle, romanlar, sözlükler, bilgisayar programları, şarkılar, senfoniler ve filmler farklı telif hakkı sürelerine sahip olmalıdır, böylece her bir iş tipi için gerekli olan süreyi, bu gibi birçok çalışmanın yayınlanması için gerekli olan süreye indirebiliriz. Belki de bir saatten uzun süren filmlerin telif hakkı süresi yirmi-yıl olabilir çünkü bu filmlerin üretilmesinin yüksek bir maliyeti vardır. Kendi alanımda, yani bilgisayar programlamasında, üç yıl yeterlidir çünkü ürün çevrimleri bu süreden bile kısadır.

Telif hakkı politikasının başka bir boyutu adil kullanımdır: bu, yayınlanmış bir çalışmanın tamamının ya da bir kısmının, telif hakkının olmasına rağmen, yasal olarak izin verilen bir şekilde yeniden çoğaltılmasının bazı yollarıdır. Telif hakkı gücünün bu boyutunun azaltılmasında doğal ilk adım, özel küçük miktarlardaki çalışmanın, ticari ilişki içinde olmayan bireyler arasında kopyalanmasına ve dağıtılmasına izin vermektir. Bu, telif hakkı polisinin insanların özel hayatlarına girmesini önler ancak bu, yayınlanan çalışmaların satışları üzerinde muhtemelen az etkiye sahip olacaktır. (Shrink-wrap lisanslarının bu gibi kopyalamanın kısıtlanmasında telif hakkının yerine geçmesi için kullanılamamasını sağlamak için başka yasal adımların atılması gerekli olabilir.) Napster’da olan tecrübeler göstermektedir ki, ticari olmayan birebir yeniden dağıtımın halka sunulmasına da izin vermeliyiz, halkın büyük bir çoğunluğu kopyalamak ve paylaşmak isterken ve bu çalışmaları yararlı bulurken, yalnızca acımasız önlemler bunları durduracaktır ve kamu, istediği şeyi almayı hak etmektedir.

Romanlar ve genel olarak eğlence için kullanılan çalışmalar için, ticari olmayan birebir yeniden dağıtım, okuyucular için yeterli özgürlük sağlayabilir. Fonksiyonel amaçlar için (işleri yaptırmak için) kullanılmakta olan bilgisayar programları, gelişmiş bir sürümün yayınlanmasına ilişkin özgürlüğü içererek bunun ötesinde ek özgürlükleri gerektirmektedir. Yazılım kullanıcılarının sahip olması gereken özgürlüklerin açıklaması için, bu kitaptaki “Özgür Yazılım Tanımına” bakınız. Ancak programın yayınlanmasından itibaren yalnızca iki ya da üç yıllık bir gecikmeden sonra bu özgürlüklerin evrensel olarak mevcut olması için bu, kabul edilebilir bir uzlaşmadır.

Bu gibi değişiklikler, telif haklarını, kamunun bu içerikleri kopyalamak için dijital teknolojiyi kullanılması isteğiyle aynı çizgiye getirir. Yayıncılar hiç şüphesiz ki bu önerileri “dengesiz” bulacaktır; yayıncılar, insanları bilyelerini alıp eve gitmekle tehdit edebilir ancak bunu gerçekten de yapmazlar, çünkü oyun yine de kârlıdır ve bu, mevcut tek oyundur.

Telif hakkı gücündeki indirgemeleri değerlendirdiğimizde, medya firmalarının, bunu, son kullanıcı lisans anlaşmalarıyla değiştirmediğinden emin olmalıyız. Telif haklarının ötesine geçen, kopyalama üzerinde kısıtlama uygulamak için sözleşmelerin kullanılmasının engellenmesi gereklidir. Geniş pazarlı sektörler için bu tip tartışılmamış kısıtlamalar A.B.D. hukuk sisteminin standart bir parçası olmayı gerektirebilir.

Kişisel bir not

Ben resmi olarak bir bilim adamı değil, bir yazılım tasarımcısıyım. Telif hakkı konularıyla aşina oldum çünkü İnternet dünyasında bunlardan kaçmanın yolu yoktur. Otuz yıldır bilgisayar ve İnternet kullanan biri olarak, kaybetmiş olduğum ve ileride kaybedebileceğim özgürlüklere değer veriyorum. Bir yazar olarak, genelde yayıncılar tarafından yazarların telif hakkı gücünü, ki daha sonra yazar tarafından yayıncılara devredilmektedir, arttırmak için yazarlara atfedilmiş olan yarı ilahi yaratıcı romantik esrarı reddedebilirim.

Bu yazının çoğunluğu, kontrol edebileceğiniz gerçeklerden ve nedenlerden ve üzerinde kendi fikirlerinizi oluşturabileceğiniz tekliflerden oluşmaktadır. Ancak sizden yalnızca tek bir şeyi kabul etmenizi istiyorum: benim gibi yazarlar sizin üzerinizde özel bir gücü hak etmiyor. Yazmış olduğum yazılım ya da kitaplar için beni ödüllendirmek isterseniz, teşekkür olarak bir çek kabul edebilirim, ama lütfen özgürlüğünüzü teslim etmeyin.

Dipnotlar

  1. “Sağlıklı karar almakla ağırlığı dengeleme arasındaki karşılaştırmanın düşünüş şeklimizi nasıl sağlıksız bir şekilde sınırladığına” ilişkin bir inceleme için Julian Sanchez’in “‘Denge’ Metaforlarının Sorunu” yazısına bakabilirsiniz.
  2. Telaffuz edilemeyen CBDTPA olarak adı değiştirilmiştir, “Tüket Ama Hiçbirşey Programlamaya Çalışma'nın” (Consume, But Don’t Try Programming Anything) kısaltması olarak akılda tutulabilir ancak aslında “Tüketici Geniş Bant ve Dijital Televizyon Promosyon Hareketinin” kısaltmasıdır.
  3. Yardım etmek isterseniz, DefectiveByDesign.org, publicknowledge.org ve www.eff.org.